Translate

18.02.2025

eskiden bir şeyler (lyrics)

 


herkesin içerisinde kalır

eskiden bir şeyler

birkaç şeyi alıp

yerine yük getiren.


kimi zaman aklın

seni, senden alır

habersiz gibi her şeyden

yükün, daha; yeniden


herkesin içerisinde kalır

eskiden bir şeyler

birkaç şeyi atıp

dahası zor geçen.


kimi zaman aklın

bir aşık kalır

habersiz zaten kendinden

susup, sorup, bilmeden.


birkaç şeyi satıp

eskiden bir …

herkesin içerisinde kalır

eskiden bir şeyler...


ganj'dan fırat ve istanbul'a


1

ne önemi var nereye gittiğinin, 

gün her yerde yeniden doğmuyor mu?

ya çaresizliği insanoğlunun 

her yerde aynı değil mi? 


kimi zaman akan bir nehirde

bir insan ve keçi birkaç metre arayla

uzanıp gidiyorlar bir gün doğumuna 

arkalarından da bir inek...


onların da yolu meçhul 

ağrısıyla yaşamın kendi döngüsünde

sana da fısıldamıyor mu 

heba ettiğimiz geceleri?


şimdi aklım başımda sanıyorum, 

tüm sıkıntılarım bir kenarda

ben bambaşka bir diyarda

akan sularında ganj’ ın..


yağmur yok gibi buralarda 

hava desen ıstanbul’ dan on derece sıcak

sanıyorum ki, yüreğim hala bir deniz kıyısında 

ayrı uyuttuğumuz adalarda...


ne önemi var nereye gittiğininin; 

insanları ölünce yakıyorlar burada!

birkaç bin doların varsa 

üzerlerinde keyif bile yapabiliyorsun...


sözüm sana duymasan da 

birkaç yıldız kiraladım

girsinler diye rüyana 

olup olmadık bir anda aklına...


güya şansındım ya senin 

bir zaman havuzunda, 

sen bile inanmamıştın söylediğine 

bir yavru keçinin akıp gittiği ırmakta.


ne önemi var nerede olduğunun

ne sevdiğinin ne de sevildiğininin 

birkaç köpek havlarken yanı başımda

ganj nehir olup taşıyor ruhuma…


2

sığmıyordum bu dünyaya 

ne dicle, fırat’ a 

ne de ganj’ a...


akıp gidiyordum bir suda

yitip gitmiş hayvan cesetleri

insanlar biraz daha yukarıda

bir kuş anlamıştı sanki beni

onun da nefesi yetmedi sonra...


bir sufi olup devam mı etseydim yoluma

ya da bir hindu 

karmakarışık tanrılarıyla...


oysa bir kez gelmiştim dünyaya

nedendi bu çilem anlayamıyordum 

ey tanrım...

hurdacı

    yitip giden yüreğime, babaanneme...

uyanır yolumu bulma umuduyla

kalabalığa karışırım…

kimi işportacılar ahbabım,

çayım herkesinden koyu,

simidim bir lira daha ucuz, bazen kıtır

ne’me lazım, 

evde bir top don lastiği de bulunsun, demişti babaannem

haziran doksan sekiz,

ben altı, sekiz yaşında

en sevdiğim renk kırmızı, bir kale semtindeyken 

ben, biz, herkes…


ne’me lazım,

sor şu hurdayıca; beni alır mıymış, demişti babaannem

soruma layıkıyla cevap hurdacıdan 

bizim zilli gülüşlerimiz balkondan; 

bayır aşağı yalpalayan 

hurdacının tezgahına doğru seyrederdi…


bir top don lastiği ve bakır kap kacaklar

onlardan süzülen ışıktan 

daha parlaktı gülünce gözleri babaannemin, 

hazırdı cevapları ve kıvrak beyin hatları…


korunmazsan adidas olursun, demişti babaannem.

17.02.2025

adem -sürgün-


1

ben zaten hiç anlamadım

telaşını ve vahşetini 

insanoğlunun sürgününde…


2

onbinyüzmilyon kez yeniden doğsa

bir o kadar daha şansı olsa insanoğlunun

yeniden, yeniden, en baştan, herşeye

sizce de öyle değil mi;

akıllanmayacak en aklı selimler

ceviz kabuğundan kafa tasları

yeniden para pul, toprak, şan, şöhret

yeniden eziyet; birbirine…

adem olan ağlar haline

bu ne ehli keyiftir diye

sürgününde…


3

bir zihin avı bizimkisi 

hani filmdeki gibi

karanlık şehirlerin aptallarına 

bir zihin avı, anlamak için

neydi gayesi ademoğlunun? -sürgününde-

fırtına



bugün gökyüzüne

bir ağacın ardından baktım

sessiz sedasız giden

yüreğin hasretiyle…


ne çok korna

ve motor sesi varmış, diye düşündüm

aptal martılar da eşlik edince…


sahi,

oralarda hava nasıl,

fırtına gelecekmiş diyor bültenler

geçen yıl uçup giden çatı onarıldı mı?

-neden bunca fırtına kopuyor

dolaştığın yerlerde-


90'lar Türkçe Pop

                                                                extended exposure of joy - maja milovanovic
                                                               
Gün yeni yeni kararırken içimde birkaç zamandır duran huzursuzluğum baş gösteriyor. Zamanın üzerimdeki izlerinden sıyrılamayışım yine aynı zaman dilimlerinde karşıma çıkıp duvar etkisi yapıyor. İşte böyle günlerde büyük huzursuzluğumu gidermek için ben de kararan gecenin içerisine dalmak istedim. Hem de bir cumartesi günü, Kadıköy’ de. Sarhoş ve mutlu olmak istedim, yeniden, eskisi gibi…

“Saatte otuz kilometre hız limiti” diyor yol tabelası, içimde bir huzursuzluk bütün ülkelerin hız limitlerini zorluyor, enseme düşen mavi ve kırmızı ışıklar sırası geri yanıp sönerken az ileride sağa çevriliyorum, buyrun memur bey nasıl yardımcı olabilirim, kalbiniz diyor beyaz şapkası ardında ismi gizlenmiş bir yabancı suratı, kalbiniz çok hızlı seyir ediyor kısa bir huzursuzluk kontrolü yapacağız. Buyurun memur bey, sizin de işiniz elbette manasında başımı öne doğru eğip tekrar kaldırıyorum. Ulan, diyorum içimden; bu iş sahiden böyle mi oluyordu? Ağzıma doğru uzatılmış huzurmetreye üflemeye çabalarken boşver, diyorum neyse ne, nasıl oluyorduysa oluyordu... Yanaklarımı uçan balon misali şişirip durduğum tam şu anda neyin nasıl olduğunun ya da olması gerektiğinin ne önemi var ki? 

Memur bey şaşkın, cesur ve sakin bir ses tonuyla; beyefendi, araçtan inin, diyor. Yahu memur bey, inmesine ineyim de kaç gün yalnızlığı tarttınız beni diye soracaktımsa da içimdeki siktir etme hevesine yenik düşüyorum, aracı bağlayacağız ama sizi de sevdim açıkçası bu yüzden yakınlarda bir tanıdığınız varsa arayın gelsin diyor, aracı bağlamayalım. Hah, diyorum memur bey zaten tüm mesele de bu ya, yakın ya da uzak dünyamda bu kadar saatte ve bu huzursuzlukla arayabileceğim hiçbir iki ayaklı tanıdığım yok, birkaç kedi tanıyorum bizim sokakta ama onlar telefonlarını açmazlar şimdi, meşgule atılanlardanım. Siz, diyorum, çekemez misiniz benim için? Neyi, diyor şaşkın ve alaycı bir bakışla, neyi çekebilir miyim? Aracı diyorum, siz çekebilir misiniz? Ne aracı kardeşim, diyor. İki saattir sana saldıran adamı tarif edeceksin, bir işi beceremedin… Sahi, diyor, nerede saldırıya uğramıştın? 

Saldırı… Hangi saldırı diye kafamın içerisinde yenileyip duruyorum, saldırı… Saldırı… Saldırı… Kim saldırdı lan bana? Acaba zarar gördüm mü? Ellerim aniden göğüs hizama, baldırım ve kıçıma gidiyor… Her yerim sağlam gibi ama kim saldırdı? Şu köşe başında üç beş serseri yüzlü sokak köpeği vardı acaba onların işi miydi? Yoksa sokak kedileri mi? Kesin kedilerdir diye düşünüyorum. Başka birisi bana zarar vermez. İnsanlarla aram kötü de olsa kendilerine karşı ağzımı dahi açmadığımdan saldıracaklarını düşünmüyorum. Köpekler de beni sever. Onlar da saldırmış olamaz. Kediler… Aslında onlarla da aram iyidir ama kedi işte, bir şeyime kıl olmuş ve saldırmış olabilirler. 

Hatırla.. Hatırla… 
Memur bey yanlış anlamazsanız bir şey soracağım. Sor kardeşim diyor, sor… Zaten sabahtan beri seninle uğraşıyorum, bir de bilmeceni cevaplarız ne olacak. Boş boş suratına bakıyorum… Sorsana kardeşim ne soracaksan, suratıma bönbön bakmayı kes de sor! Sesi gergin ve artık sabırsız, gözleri öfkeli, muhtemelen ya maaşı yetmiyor ya da benim gibi o da huzursuz diye düşünüyorum. Sahi polisler kaç para kazanıyordu? En son gezi eylemlerinde üç maaş mı ne ikramiye aldıklarında hepsi birden nasıl mutluydu… Bir anda omuzlarımdan silkiliyorum, gözlerimin önünde baş parmaktan orta parmağa doğru birkaç şaklatma; birader diyor, çattık diye düşünüyorum, sorsana ne soracaksan. Pardon, ne soracaktım? Bir şey mi sormam lazımdı memur bey, anlayamadım. Kafan mı iyi lan senin, diyor, bir bitmediniz amına koyayım, gündüz gündüz ne boklar içtin kim bilir… 

Gündüz? Hem de güpegündüz. Ne diyor lan bu?… Anlamadım memur bey, sikerim memurunu da beyini de deyip hızlı adımlarla yanımdan uzaklaşırken arkasında gururla taşıdığı POLİS yazısının reflektörleri gözlerimi alıyor. Ulan, diyorum herife bak, hem beni durduruyor hem de sövüp gidiyor. Asıl ben senin reflektörünü sikiyim, gözümü sikip attın! Ayrıca gündüz falan da değil. Hele güpegündüz hiç değil. Şayet gündüz olsaydı reflektör diye bir zımbırtı hadisesi uydurmaz, ona küfür etmezdim. Tam bu noktada başkalarından ziyade kendi bildiklerime inanma becerimle gurur duyuyorum.

Her neyse sahiden kim saldırdı lan bana? En azından bir ayna bulayım da ağzıma yüzüme bakayım diye düşünerek şehrin en tenha noktalarına sıkıştırılmış umumi tuvaletlerden birisine doğru yönümü çeviriyorum. Cebimdeki bozuk para varlığından emin olmak için elimi cebime atıyorum birkaç şangırtı ama üç değil, olsa olsa iki lira ve birkaç kağıt parçası. Sonradan anımsıyorum, tuvaletler bile bozuk para karşılığı değil artık en ucuzu nereden baksan beş-on lira… Neyse ki o kadar var cebimde. Bozukları saymazsak fazlası bile çıkabilir bozuklar işin içine girdiğinde her şey alabildiğine karışıyor ilkokul matematik seviyesine insem de cebimdeki paranın tam olarak neye karşılık geldiğini anlayamıyorum. Bozukları tartsak daha fazla param olabilir ama kimse tartıyla para almıyor. Yani en azından tuvaletlerde böyle bir sistem yok. Belki ileride restaurantlarda böyle bir şey olabilir. İki iskender, bir kola, bir su… Beşyüzelli gram bozukluk kafi, elli gram da bahşiş, mis… Bütün bir zihnim ekonomi 101 kitapları arasında dolanırken yanından geçtiğim bazı araç ve dükkan camlarındaki yansımamı yakalamaya çalışıyor, başaramıyorum. Gözlerimi yakalasam kulaklarımı ıskalıyor, kulaklarımı yakalasam saçlarım arasında kayboluyorum. Her şeyin ‘setiris paribüs’ olduğu bir anda aha diyorum, işte şimdi seni yakaladım, bu kez de tamamıyla yüzsüz bir adamın silüetiyle karşılaşıyorum, evrenin bana oynadığı oyuna bütün ahmaklığımla gülüyorum, gülmekten başka bir çarem yok. Olsa da ortasına tükürecek bir yüzüm yok…