extended exposure of joy - maja milovanovic
Gün yeni yeni kararırken içimde birkaç zamandır duran huzursuzluğum baş gösteriyor. Zamanın üzerimdeki izlerinden sıyrılamayışım yine aynı zaman dilimlerinde karşıma çıkıp duvar etkisi yapıyor. İşte böyle günlerde büyük huzursuzluğumu gidermek için ben de kararan gecenin içerisine dalmak istedim. Hem de bir cumartesi günü, Kadıköy’ de. Sarhoş ve mutlu olmak istedim, yeniden, eskisi gibi…
“Saatte otuz kilometre hız limiti” diyor yol tabelası, içimde bir huzursuzluk bütün ülkelerin hız limitlerini zorluyor, enseme düşen mavi ve kırmızı ışıklar sırası geri yanıp sönerken az ileride sağa çevriliyorum, buyrun memur bey nasıl yardımcı olabilirim, kalbiniz diyor beyaz şapkası ardında ismi gizlenmiş bir yabancı suratı, kalbiniz çok hızlı seyir ediyor kısa bir huzursuzluk kontrolü yapacağız. Buyurun memur bey, sizin de işiniz elbette manasında başımı öne doğru eğip tekrar kaldırıyorum. Ulan, diyorum içimden; bu iş sahiden böyle mi oluyordu? Ağzıma doğru uzatılmış huzurmetreye üflemeye çabalarken boşver, diyorum neyse ne, nasıl oluyorduysa oluyordu... Yanaklarımı uçan balon misali şişirip durduğum tam şu anda neyin nasıl olduğunun ya da olması gerektiğinin ne önemi var ki?
Memur bey şaşkın, cesur ve sakin bir ses tonuyla; beyefendi, araçtan inin, diyor. Yahu memur bey, inmesine ineyim de kaç gün yalnızlığı tarttınız beni diye soracaktımsa da içimdeki siktir etme hevesine yenik düşüyorum, aracı bağlayacağız ama sizi de sevdim açıkçası bu yüzden yakınlarda bir tanıdığınız varsa arayın gelsin diyor, aracı bağlamayalım. Hah, diyorum memur bey zaten tüm mesele de bu ya, yakın ya da uzak dünyamda bu kadar saatte ve bu huzursuzlukla arayabileceğim hiçbir iki ayaklı tanıdığım yok, birkaç kedi tanıyorum bizim sokakta ama onlar telefonlarını açmazlar şimdi, meşgule atılanlardanım. Siz, diyorum, çekemez misiniz benim için? Neyi, diyor şaşkın ve alaycı bir bakışla, neyi çekebilir miyim? Aracı diyorum, siz çekebilir misiniz? Ne aracı kardeşim, diyor. İki saattir sana saldıran adamı tarif edeceksin, bir işi beceremedin… Sahi, diyor, nerede saldırıya uğramıştın?
Saldırı… Hangi saldırı diye kafamın içerisinde yenileyip duruyorum, saldırı… Saldırı… Saldırı… Kim saldırdı lan bana? Acaba zarar gördüm mü? Ellerim aniden göğüs hizama, baldırım ve kıçıma gidiyor… Her yerim sağlam gibi ama kim saldırdı? Şu köşe başında üç beş serseri yüzlü sokak köpeği vardı acaba onların işi miydi? Yoksa sokak kedileri mi? Kesin kedilerdir diye düşünüyorum. Başka birisi bana zarar vermez. İnsanlarla aram kötü de olsa kendilerine karşı ağzımı dahi açmadığımdan saldıracaklarını düşünmüyorum. Köpekler de beni sever. Onlar da saldırmış olamaz. Kediler… Aslında onlarla da aram iyidir ama kedi işte, bir şeyime kıl olmuş ve saldırmış olabilirler.
Hatırla.. Hatırla…
Memur bey yanlış anlamazsanız bir şey soracağım. Sor kardeşim diyor, sor… Zaten sabahtan beri seninle uğraşıyorum, bir de bilmeceni cevaplarız ne olacak. Boş boş suratına bakıyorum… Sorsana kardeşim ne soracaksan, suratıma bönbön bakmayı kes de sor! Sesi gergin ve artık sabırsız, gözleri öfkeli, muhtemelen ya maaşı yetmiyor ya da benim gibi o da huzursuz diye düşünüyorum. Sahi polisler kaç para kazanıyordu? En son gezi eylemlerinde üç maaş mı ne ikramiye aldıklarında hepsi birden nasıl mutluydu… Bir anda omuzlarımdan silkiliyorum, gözlerimin önünde baş parmaktan orta parmağa doğru birkaç şaklatma; birader diyor, çattık diye düşünüyorum, sorsana ne soracaksan. Pardon, ne soracaktım? Bir şey mi sormam lazımdı memur bey, anlayamadım. Kafan mı iyi lan senin, diyor, bir bitmediniz amına koyayım, gündüz gündüz ne boklar içtin kim bilir…
Gündüz? Hem de güpegündüz. Ne diyor lan bu?… Anlamadım memur bey, sikerim memurunu da beyini de deyip hızlı adımlarla yanımdan uzaklaşırken arkasında gururla taşıdığı POLİS yazısının reflektörleri gözlerimi alıyor. Ulan, diyorum herife bak, hem beni durduruyor hem de sövüp gidiyor. Asıl ben senin reflektörünü sikiyim, gözümü sikip attın! Ayrıca gündüz falan da değil. Hele güpegündüz hiç değil. Şayet gündüz olsaydı reflektör diye bir zımbırtı hadisesi uydurmaz, ona küfür etmezdim. Tam bu noktada başkalarından ziyade kendi bildiklerime inanma becerimle gurur duyuyorum.
Her neyse sahiden kim saldırdı lan bana? En azından bir ayna bulayım da ağzıma yüzüme bakayım diye düşünerek şehrin en tenha noktalarına sıkıştırılmış umumi tuvaletlerden birisine doğru yönümü çeviriyorum. Cebimdeki bozuk para varlığından emin olmak için elimi cebime atıyorum birkaç şangırtı ama üç değil, olsa olsa iki lira ve birkaç kağıt parçası. Sonradan anımsıyorum, tuvaletler bile bozuk para karşılığı değil artık en ucuzu nereden baksan beş-on lira… Neyse ki o kadar var cebimde. Bozukları saymazsak fazlası bile çıkabilir bozuklar işin içine girdiğinde her şey alabildiğine karışıyor ilkokul matematik seviyesine insem de cebimdeki paranın tam olarak neye karşılık geldiğini anlayamıyorum. Bozukları tartsak daha fazla param olabilir ama kimse tartıyla para almıyor. Yani en azından tuvaletlerde böyle bir sistem yok. Belki ileride restaurantlarda böyle bir şey olabilir. İki iskender, bir kola, bir su… Beşyüzelli gram bozukluk kafi, elli gram da bahşiş, mis… Bütün bir zihnim ekonomi 101 kitapları arasında dolanırken yanından geçtiğim bazı araç ve dükkan camlarındaki yansımamı yakalamaya çalışıyor, başaramıyorum. Gözlerimi yakalasam kulaklarımı ıskalıyor, kulaklarımı yakalasam saçlarım arasında kayboluyorum. Her şeyin ‘setiris paribüs’ olduğu bir anda aha diyorum, işte şimdi seni yakaladım, bu kez de tamamıyla yüzsüz bir adamın silüetiyle karşılaşıyorum, evrenin bana oynadığı oyuna bütün ahmaklığımla gülüyorum, gülmekten başka bir çarem yok. Olsa da ortasına tükürecek bir yüzüm yok…