27.12.2012

gölgeler daha çok ısıtır

3 kasım

kızılay metrosundan havanın kararmaya başladığı ilk anlarda çıktım. her yerimi kaplayan insan kokusundan gene rahatsızlık duydum. eğer kalabalığın tam ortasında gözlerinizi yumup göğün yahut asfaltın sandığınız kokuyu içinize çekerseniz ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. sakarya caddesi' ne ellerim ceplerimde inerken kulaklarımda gary moore en sevdiğim şarkılarıyla adımlarımı hızlandırma derdindeydi, ona kulak asmadım. ankara' ya ayak bastığım ilk gün sarsak masaları ve huzursuz gözlü insanların ellerindeki bira bardaklarıyla dikkatimi çeken bara hiç düşünmeden oturdum. tıraşsız oğlanlardan bir tanesi yanıma gelip ne içeceğimi sordu, bira  içecektim. saçlarını kulaklarının arkasına atmayan kadınlara katlanmak için biranın yetmişlik olması ve henüz biri bitmeden diğerinin masama konulması yanlısıydım. hava gittikçe karardı, saat havanın en karanlık saatine iki vardı. deli gözlerimi masamdan kaldırdığımda kendimi hiç bilmediğim kıyılarda, hiç binmediğim gemilere kılavuzluk yapan mavi bir deniz fenerinin altında mızıka çalarken buldum. lodos yüzüme yapışmıştı sanki, kirpiklerimin arasından dudaklarıma süzülen deniz tuzunda yeni yetme bir yönetmence çekilmiş sanat filmleri vardı. silkelendim elli iki liralık adisyonumu ödeyip, sıkı bir taksi pazarlığı sonrası yirmi beş lira karşılığında evime gittim. yatağıma çırılçıplak uzanıp, gözlerimi yumduğum ilk anda rüyalarımdan kendimce def edileceğimi, soluk soluğa uyanıp başımı yastığın altına gömeceğimi anladım.

5 kasım

okulu kaçırdığım bir saatte yani güneşin en tepede olduğu zaman diliminde uyandım. yataktan kalkmadan çalışma masamın üstüne ters bir şekilde astığım shakespeare portresine baktım. kraliyet' in ona veremediği cezayı kendimce vermiştim. şimdi benim keyfime göre beyni kan toplayacak, suratı kızaracaktı. gözlerinin içine baktım, anlamsız bakıyordu bana. sanki ona verdiğim bu cezayı zerre önemsemiyor, hissettmiyordu. radyoda piyano bulmak umuduyla radyoyu açtım. lakin güneşin tepeye çıktığı saat haberleri ve gerzek pop şarkılarından başka bir şey bulamadım.

10 kasım

siren seslerinin avaz avaz çığırdığı bir saatte uyandım. günün anlamı şayet başka bir şey olmadıysa apaçık belliydi. tüm perdelerim sararmaya yüz tutmanın da ötesine geçmiş her gün sarının bir başka tonunu gözlerimin önüne seriyordu. hiç şüphesiz bundan rahatsız falan değildim. tıpkı iki senedir bir parmak dahi basmadığım pencerelerim gibi. perdelerimdeki sarı tonları uykumu getiriyordu, gün ışığı görmeden uyudum.

10 kasım -sabah rüyası-

yeşil bir ovada koluma usulca girmiş bir kadınla beraber yavaş adımlarla çatısına mor leylekler konmuş müstakil bir eve doğru yürüyorum. kahverengi kapıyı dört yahut beş kez tıklatıyorum, açan yok. çatlak camlardan içeriye bakıyorum, kimseler yok. hoş, ben kimin olmasını dilediğimi de bilmiyorum ama, yanımdaki kadın biliyordur diye kısık gözlerle bakıyorum ona. cebinden bir kertenkele çıkarıyor, kapının tokmağına kertenkelenin kuyruğunu sürtüyor, kapıyı açıyor. evden içeriye attığım ilk adımda evin her yeri kararıyor. açık kalmış kapıdan gelen gün ışığı siyahlar saçarak gözlerimi alıyor. kadın ellerimden tutup onunla gelmemi istiyor. bir müddet adımladıktan sonra ellerim tahta tırabzanlara takılıyor, oysa müstakildi bu ev. sizin yeryüzünde yahut rüyalarınızda dahi duyamayacağınız denli gürültülü bir kapı gıcırtısı sonrası insanların tıkıştığı bir odaya giriyoruz. karanlıktan ötürü hiçbir yüzü net olarak göremiyorum. görebildiğim tek şey sigarasından nefes çeken insanların parıldattığı bir kırmızı nokta. odadaki kuru gürültü sanki bir tek benim beynimin üretebileceği denli yüksek bir desibelle kulaklarıma işliyor. ellerimi kulaklarıma götürüyor ve nasıl elime geçtiğini bilmediğim patlamış mısırları kulaklarıma tıkıyorum. ses gitgide daha da büyüyor. daha da büyüyor. insanların kahkahaları daha daha büyüyor ve bir derin soluk arasında her şey bembeyaz bir sayfaya dönüşüyor.

10 kasım -gece-

göl kıyısında benden ve şehrin tek sandallı balıkçısından kimsenin olmadığı bir saatte göl ortasındaki renkli fıskiyenin tam karşısındaki bankta oturdum. uzaktan bir mızıka tınısı duymanın hayalini kuruyordum. yoksa kendimi fıskiyenin iki saniyede bir değişen rengini ezberlemeye çalışırken bulacaktım. tam arkamdan bir bir geçen şehirlerarası otobüs camlarındaki yüzlere isimler kazıdım. onlar ki, başlarını huzur buldukları yataklarından ya da kadın/adamlardan kurtarıp soğuk otobüs camlarına dayamaktan huzursuzdurlar. o an yanıbaşıma senin gölgen düşmesini senin bedenini karşılamaktan daha çok isterdim. çünkü senin mutlak gücünle dudaklarımı çatlatan soğuktan şikayetçi olacağını biliyordum. bunu düşünerek bazen bir gölgenin sımsıcak bir bedenden daha fazla ısıtabileceğine karar verdim. beyaz...sarı...yeşil...mavi...buzul mavisi...pembe...kırmızı...beyaz...sarı...yeşil....mavi...buzul mavisi...pembe...kırmızı...beyaz...sa...