15.11.2013

şairler beş parasız fahişeler beş parasız

                                                           fotoğraf: miron zownir

nefretini sol omzuna kusmuş, siz fahişeler
bir çırpıda soyunun beş parasızlığınızdan
çekip çıkarın içinizdeki;
   kesik, kıvrılmış oğlan kokularını.

mazgallar özlem zehirleriyle ayaklanacak
göçmen kızları;
   sahipsiz, öfkesiz bir makedon türküsü tellendirecek
karşı adanın bıçkın balıkçıları sizi ayıplayacak fahişeler.

keçiören sokaklarında bir nefret,
   bir yataksızlık tınısı ayaklandı
   şairler beş parasız
   siz fahişeler beş parasız.

10.11.2013

göğü yaran büyük yağmurlar mı sesin



savaş tunç için.

üç kent yorgunluğu mu gözlerin?
sabahları dövdüğün onca gece;
göğüslerinde büyüdüklerin, öldürdüklerin,
şimdi uyuyup da rüyalarından öpeceklerin...

göğü yaran büyük yağmurlar mı sesin?
akdeniz köylerinde büyüttüğün çocukluk düşlerinle;
bir çıplak kapılarından döndüklerin,
eylül vakitleri, hep gecenin yarı saatleri...

7.11.2013

kim bu



kim bu
gürültülü mazot tankerlerine
                                     sol omzunu edepsizce kaptırmış
fahişe gözleriyle dehliz kapılarını yumruklayan

ve yine kim kim bu
şaraba yumulmuş gözleriyle
                                     sessiz cami avlularına yakaran
ensesindeki sonbahar yapraklarıyla
                                     yorgan yapıp kendine kapanan

bir mektup

                                                                                                                                 8 kasım

berna,

berna... adın bir yabancı gibi geliyor şimdi aklıma. özür dilerim bunu söylediğim için. evet, ben çok özür dilerim. sen de çok kızarsın buna ama... neyse, boşver. bu mektupta neler anlatılacak en ufak bir fikrim bile yok. açıkçası, mektubun tamamlanıp tarafına zarflanacağından bile şüpheliyim. ben şüpheci bir adamım. senin bana karşı olan düşüncelerinden, hislerinden, nefretinden ve hatta öpüşünden bile şüphe duyarım. bir zaman bodrum' da kaldığım vakitlerde yaşadığımdan bile şüphe duymuşluğum vardır, bilmezsin. bodrum günlerimde neler oldu neredeyse hiç birini bilmiyorsun, bilmeyeceksin. bütün o kendime ve damla' ya ettiğim saçmalıkları benimle beraber birkaç kişi daha biliyor, onların yüzüne bakamayışım, onlardan kaçışımın bir sebebi de budur aslında. ya da değildir de ben kendimi öyle kandırıyorumdur. belki de, onların bana karşı olan sevgilerini daha ne kadar büyütebilir, onlara daha ne kadar acı çektirebilirim diye kaçıyorumdur. bundan da şüpheliyim. bu arada, adın sahiden de berna, değil mi? tamam, şaka yapıyorum. zekvsiz ve zekadan çok uzak bir şaka. gülmedin. zaten ben de gülmedim, bunu da boşver.

buradaki üçüncü senemde bir halt değişmedi. aksine gün geçtikçe edebiyat, şiir ve müziğe olan ilgim tükeniyor. kendimden başka hiç kimseyi okumuyor, kimseyi dinlemiyorum. en çok da kendimi tekrarlayıp, aynı mısraları kullanıyorum şiirlerimde. nedense buna da garip bir ukalalıkla bakıp, her şiirin farklı bir anlam taşıdığını düşünüyorum. aslına bakarsan o şiirleri birbirinden farklı kılan tek şey yazılış zamanlarıdır. yoksa, bildiğin aynı şiir hepsi. okumak istersen hepsini sana diğer mektupla beraber gönderebilirim. bak, bu mektubu bile göndermeye niyetlenmişim şimdiden. sence üst satırlarda geçen ''mektubun tamamlanıp tarafına zarflanacağından bile şüpheliyim'' lafını karalamaya gerek var mı? bence yok. neden, diye soracak olursan da, bir aptallık edip aynı cümleyi bir kez daha kullandım. yani, bunu da silmem gerekecek ve uğraşacak halim yok. bak, gene aynı şeyi yaptım, bu üşengeçliğimi bile senin üstüne yığmaya, sanki sen bana zorla bu mektubu yazdırıyormuşsun gibi bir şeyler gevelemeye kalkıştım.

neler yapıyorum... bilmek zorundaymışçasına sana bunu anlatacağım. sabahları genellikle beş gibi falan uyanıp kopkoyu bir kahve yapıyorum kendime. içerken de sokağı izliyorum, o saatte sokak köpekleri son naralarını atıp, evine dönmeye çalışan şarapçıları korkutuyor. sarapçıların bazılarını tanıdığımdan kaçışlarına ya da ne olacaksa olsun lan, der gibi köpeklere dimdik bakmalarına gülüyorum. güneş doğduğunda sokakta apayrı bir heyecan kovalıyorum. üstlerine çektikleri pahalı gözüken ama aslında hiç de pahalı olmayan kıyafetleriyle işlerine gidenleri, annelerinin bir gece evvelden özenle ütüledikleri üniformalarıyla okula giden gözü uykulu çocukları izliyorum. ben okurken de öyleydi, günün ilk anında okul yolunu pataklar, içimde devamlı kızgınlık, nefret olurdu ama, sınıfın kapısından girer girmez değişirdi bu. arkadaşlarımla bir gece evvelki futbol maçı ya da gazetelerdeki futbolcu transferleriyle ilgili konuşur, olmazsa herhangi birimizin defterinden bir kağıt koparır üstüne kale, orta saha bir de rakip kale çizer bizim için en iyi olan on biri yazardık. o arkadaşlarımla bunlardan başka hiçbir şey konuşmamışımdır. şimdiki çocuklar konuşuyorlardır eminim. herkesi işine, okuluna gönderdikten sonra ben çıkıyorum sokağa. sokakta hafif bir uyku hala sürüyor, simitçiler simitlerinin en tazelerini satmış, biraz rahatlamış oluyorlar. bana ise boş insanlara verilecek ara saat simitlerinden kalıyor. yani, okula gidiş ve öğle arası saati arasındaki simitlerden. biraz sert ve yanmış oluyorlar ama, sorun yok, ben öyle seviyorum zaten. bazen doğrudan göle iniyor, balıkçılarla laklak ediyor, bazen de parklara, kahvelere atıyorum kendimi. kahvelere attığım zamanlar sahiden de keyifli oluyor benim için. köylerinden kalkıp gelmiş orta yaş üstü adamlar, işsizlikten kırılan orta yaş adamlar ve kahveci bir olup sabah programlarını izliyor, hayatımıza yeni bilgiler katıyoruz. bu hayattaki en önemli bilgiler sabah programlarında veriliyor. mesela... neyse, aklıma gelmedi şu anda. ama, çok önemli bilgiler bunlar. muhakkak yeryüzünde bunlardan faydalanan tek kişiler de kahvehanede oturan sarı bıyıklılar, ben ve kahveci. çırağı saymıyorum, neden, dersen, bir şeyi izleyecek vakti olmuyor çocuğun, ona çay, buna oralet, şuna da türk kahvesi derken kafa kalmıyor çocukta. eminim, gece uykularında çay, oralet ve türk kahvesinden başka da bir şey görmüyordur. ha, bir de kırdığı çay bardakları var, onlara hiç girmeyeceğim, kahveci yeterince madara ediyor oğlanı. bu arada, aldığım ara saat simitlerini her seferinde paylaşmayı teklif ediyorum ama, kimse kabul etmiyor. neden, bilmiyorum. buna karşı bir kızgınlık duymuyor değilim aslında. neden hiç kimse benim ara saat simitlerimi benimle yemek istemiyor? bir kere isteseler ya, çay bile ısmarlayacağım.

bu kadar eziyet yeter sana. geçenlerde söz ettiğin o filmi izledim, hiç de beğenmedim. başroldeki herifi bana benzettiğini söylemiştin, evet, benziyor, zaten bu yüzden beğenmedim. böyle bir adam olmak için çırpınıp durdum en başından beri, bunu sen de gayet iyi biliyorsun ve benim yapmak istediğim şeyleri yaptığımda sonucu ne olursa olsun asla pişmanlık duymayan bir adam olduğumu da biliyorsun ama, güzel değil. kat' iyen pişman değilim, gene onca yıl yaşasam gene böyle bomboş, kiralarını ve faturalarını ödeyemeyen, o yer senin bu yer benim diye gezinen, ömrünü tek bir şiir kitabı çıkarmaya adamış lakin, üşengeçliğine yenik düşmüş bir adam olmaya adardım.

salt bir üşengeçlikle noktalamak istiyorum, hoşça kal.

2.11.2013

bir aşk mevsimi



bir aşk mevsimi, dediler
hani soğuk aylarla gelen peşi sıra
ben parasız, kitapsız, ıslak, ben yalnız.

sevişen gözlerde sadakat gördüm 
üç buçuktan dörde varan seslerle
güzel kadın ve adamlar yürüyordu üzerime.

tüm bu yalnızlığım son bulduğunda
bir atımlık şefkatim kalmıştı
üzerine siyah yağmurlar yağacaktı.