1960
peki julie haklıydın, başlı başına bir
delilikti bu. yani seni sevmeye kalkışmak. ama bir noktada ayrılıyoruz işte, o
da şu; yaşamak kadar delilikti seni sevmek. seni bir çırpıda sahiplenmek.
delilikti, tıpkı bir çırpıda hiç düşünmeden, zerre kelime oyunu yapmaya
kalkışmadan yazmaya çalıştığım bu huysuz mektup gibi bir şeydi işte.
lakin, hayata birkaç çalı parçasıyla tutunan
ben için başlı başına bir delilikti bu. yani, susuz kentlerde yeşil bidonlarla
gezmek gibiydi. bir hayal etsene kendini o şekilde, ellerinde yeşil bidonlarla
su arıyorsun, milletin bir damla su ile yüzlerini yıkadığı bir yerde. güldüğünü
hissedebiliyorum, ama komik sayılmaz bu, gülmeyi kessen iyi edersin. -sen bana
aldırma gül-
benimkisi sadece bir çıkış arayışı julie,
yani şu iki odalı evimdeki oksijenin yüzde seksen beşini soluyan kitaplara
bağlı kalmadan yaşama istediği. boyum kadar çocuğum olsun istemedim hiçbir
zaman. ama boyumun on beş katı kadar kitaplarım olsun istedim, oldu ve
pişmanım. boyum kadar çocuğum olsun isteseydim ve olsaydı, inan ondan da pişman
olurdum. zerre umursamazdım bana benzeyen saçlarını, kuru dudaklarını ve ayak
parmaklarını. tam aksine her sabah benden bir parça taşıyor diye daha da
içerlenirdim ona. tıpkı her sabah içerlendiğim tanrı gibi içerlenirdim. pazarları
ya da başka saçma bir gün kiliseye uğramıyorum diye başımı ağrıtan lanet olası,
o kendi yokluğunda boğulmuş ve mecbur olduğundan tanrıya yalvaran papaza
içerlendiğim gibi aynen!
ama yoruluyor insan, tıpkı ben gibi
yoruluyor işte! öyle yorgun ki bedenim, elbette mecazi bir yorgunluk bu. çünkü
tam beş dakikadır kesintisiz bir şekilde yazıyorum sana. aslında şanslı bir
kadınsın, bir herif -hele ki benim gibi sefalet düşkünü, lanet olası bir moruk-
gecenin bilmem kaçında kalmış, sana bir tomar şey anlatmak için bocalıyor. -hem
de zerre kelime oyunu kurmaya kalkmadan- aslında şu an için acıdım sana, yani
seni bu yobaz mektubu okurken hayal ediyorum da, yerinde olmak istemezdim
sanırım. -bundan eminim-
benimkisi bir çıkış arayışı julie, ne denli
inkar etsen de ‘’o kadın’’ sen olabilirdin, tanrıyı dahi sevdirebilirdin bana.
-lanet olası bir kahkaha attığını biliyorum!- asla sahip olamayacağım şeyler
üstüne yemin edebilirim sana. yahu, temiz bir gömlek arayışı içinde
bulabilirdim kendimi, bunu yapacağıma çok inanmıştım, ta ki sen benim her zaman
yaptığım bir şeyi, bana yapana dek.
her neyse, aslında pek bir dağınık mektup
olduğunun farkındayım. yani, senin doğmamış çocuğum hakkındaki düşüncelerimi,
temiz bir gömlek arayışımı ve kelime oyunu yapmadığım tek kadın oluşunu
umursamadığının farkındayım. yine de yazdım işte. aslında şunu demeye
getiriyorum ki; bu mektubu nasıl sonlandıracağımı bilmiyorum! yani, hoşça kal
yahut görüşürüz kelimelerinden hangisini kullanacağımı bilmiyorum.
umursamıyormuş gibi gözükebilirim başka zaman, ama şu an öyle çok umursuyorum
ki bu kelimeleri, belki ilk ve son kez. her neyse; hoşça kal ve görüşürüz!
not :
mektubu yazıp, zarfa koyduktan sonra tanrı ile küçük bir husumet yaşadığımızı
düşünüyorum. ben yine bir tomar içki içtikten sonra, birkaç söz söyledim o’ na.
o da çok alınmış olacak ki lanet olası bir yağmur yağdırdı. hem de ben ilk kez
bir gömleği yıkaşmış ve dışarı asmışken! her neyse, gömlek rüzgardan dolayı
çamurun üstüne kapaklandı, alabildiğince çamura bulandı. o ise bunu bir kez
daha yıkamak zorunda olduğumu sanıyor ama yanılıyor. o gömleği, o şekilde giyip
kiliseye gideceğim yarın, bu büyük bir sürpriz olacak o’ na!