3.10.2020

rıhtım (kısa öykü)



      -          bana biraz zaman ver, dedim kendi kendime. bu kalabalık, içi dışı pis bir yaradan farksız kokan şehrin sokaklarında gece yarısı kısıtlı param, son birkaç dal sigaram, çantamdaki şiir kitapları ve aniden gelen alkol isteğimi açlığımla bastırmaya çalışıp yoldan peşi sıra geçen kimi güzel kadınlarla da göz göze gelmeye çalışırken.
-          bana biraz zaman ver, her şeyi yoluna koyacağım, göreceksin! dedim salt benim duyacağım bir sesle gecenin çoktan çöktüğü sokaklardaki karanlık yüzlü taksi kornalarını, birkaç kirli yüzlü gece işportacısının ve öteye tüneyip karanlık yüzünü arsız bir gururla denize çevirmiş martıların sesini gecenin en büyük karanlığına itelemek istercesine.
-          anlamıyorsun, gerçekten anlamıyorsun diye ekledim. yaban bir bozkırdan yeni kurtulmuş, yeni hayal ve gerzek umutlarını sırtlamış bu kalabalığın ortasında herkes kadar ama hepsinden muhakkak daha çok kızgın ve ihanete uğramış bir ses tonuyla devam etmeye kararlıydım.
-          seninle ben anlaşamıyoruz. hiçbir zaman da anlaşamadık. ne zaman mutlu olsam kıskandın, mutsuzken de hiçbir zaman yanımda olmadın, beni tersleyip her seferinde kaçarak hem varlığını korudun hem de beni… diye haykıracakken her bir kelimeden küskün bir edayla vazgeçtim. işin sonunda bütün şehirliler gibi yine ben suçlanacaktım. zaten her defasında böyle olmamış mıydı? bir deniz kararlılığında yürüyordum. deniz, rüzgar ve ay… işte tüm meselelerim bu kadardı. bir suyun soğukluğuna sarılıp ay ışığından birkaç ışık çalarsam her şey yoluna girecekti. iyice kararan gecenin tüm sessiz çığlıklarını sırtlamış, yoldan geçen birkaç güzel kadınla göz göze gelmiş, ucuz kafe menülerinde pahalı kahve arayışına tutulmuş insan kalabalıklığının tüm muhabbetlerine gözüm kapalı kulak kabarttım. bana sorsalardı her birisine hak verir ve onların bu durumlarını mesele etmelerinin ne denli boktan olduğunu söylerdim. kimse bana bir şey sormadı ben de söylemedim. aklımda bir ya da birkaç kadın, taksi kornaları, kirli yüzlü işportacı çığlıkları, tanımadığım kahve taburesi belli insanların boktan dertleri ve gecenin tüm karanlık küfürleri arasında en büyük sarhoşların bile işemeyeceği bir duvara sırt verip alelacele bir sigara sararken
-          şimdi ağzına sıçacağım! dedim. sigaranın zıvanasını bütün ceplerimde ararken kırmızı ışık telaşı ve sabırsızlığındaydım. tam karşıdan karşıya geçebileceğimi düşündüğüm bir anda buldum sandığım zıvana da içilmiş bir sigara izmariti çıkınca kendimi tutamadım
-          şu amına kodumun dünyasında senden salt bir kez zaman istedim! dedim. kararlı ve küfürbazdım! öfkeli bir sırıtışla “siktir” çekip yola koyulmaya içimdeki açlık hissini alkolle, alkolü de deniz hevesiyle bastırmaya her şeyden daha çok kararlıuydım. bir vakit sonra karanlık pes eder gibi oldu sanki yeni bir gün doğuyordu. sanki, diyorum çünkü hala içimdeki deniz hevesi dinmediği, hiçbir isteğimi elde edemediğim ve biraz zamanın bile çok görüldüğü bir günün içerisindeydim. yeni gün taksici, işportacı ve o riyakar gözlü martılar içindi. ben bir güne yeter, bir günde yaşayabilir bir haldeyim, diye düşünürken ayın yavaş yavaş çekilmeye kalkıştığı saatlerde önümde bir su kararlılığı belirdi.
-          al ulan, dedim, işte sana deniz! şimdi bütün zaman dilimleri sizin olsun! yetişmeye çalıştığınız vapurlar, kirli sakallarınız, mesai saatleriniz, dokuz liralık boktan amerikanolarınız, olimpos-kabak maceralarınız, retro saatleriniz, spotify listeleriniz, karanlık temalarınız, bütün kirli çarşaflar sizin olsun, lavabodaki dölleriniz ve bitmek bilmeyen memnun edilme arzunuz, hepsi sizin olsun! bana bir gün, bir deniz hevesi yeter! bitmek bilmeyen, gitgide artan bir heyecanla denize doğru yaklaştım. kıyıya yakın bir sandala tükürülmüş ve sokak hayvanlarınca işenmiş taşları taşıdım, çantamı sandala doğru salladım, yıllarının kalabalık sessizliğiyle sandalın halatlarını kopardım. büyük bir sevişme hevesi ve heyecanıyla deniz, henüz çekilmemiş ay ışığına doğru kürek çektim. yeni yeni sönen şehir ışıklarına alaycı bir gülümsemeyle taksi kornası, işportacı ve martı taklitleri yaptım. sidik ve tükürükle ayrıştırılmış taşları çantamın içerisine sabırsız bir sevinçle tıktım. çantayı hafiflemiş bir yükle sırtladım. ipleri bilmediğim bir dilde belime ve boynuma doladım. kendimi bütün bir deniz kararlılığıyla soğuk suya bıraktım. suyun dibine doğru yavaşça inerken hiç dillendirilmemiş bir dilden konuşuyordum. artık biraz zamana ihtiyacı olan birisi değildim. 

eskiden eylül

 

eskiden eylül
yazın sonuna kalmış
            bir gün
eskiden bugün
yarım bir şarkı unutkanlığında
sımsıcak -sandığım- bir kolda
eskiden eylül
eskiden bugün
bütün bir tuzu katıp yaralarına
bir parça da yarına
katıp katıp aklımı
bir daha ve bir daha
acı bir gülümsemeyle kalbine
eskiden eylül
eskiden bir gün
...
bilmeden kendi zamanımı
çekiştirip dururken yakamdan
kirli -sandığım- bir aynada
öfkeler kusarken kendime
-öylesine- eylül’ e
bilmeden zamanımı
ve yabancı bir şehirde
-yanıldığım- bir kalpte
eskiden eylül
eskiden  bugün
            eskiyen o gün…