-
bana biraz zaman
ver, dedim kendi kendime. bu kalabalık, içi dışı pis bir yaradan farksız kokan
şehrin sokaklarında gece yarısı kısıtlı param, son birkaç dal sigaram,
çantamdaki şiir kitapları ve aniden gelen alkol isteğimi açlığımla bastırmaya
çalışıp yoldan peşi sıra geçen kimi güzel kadınlarla da göz göze gelmeye
çalışırken.
-
bana biraz zaman
ver, her şeyi yoluna koyacağım, göreceksin! dedim salt benim duyacağım bir
sesle gecenin çoktan çöktüğü sokaklardaki karanlık yüzlü taksi kornalarını,
birkaç kirli yüzlü gece işportacısının ve öteye tüneyip karanlık yüzünü arsız
bir gururla denize çevirmiş martıların sesini gecenin en büyük karanlığına
itelemek istercesine.
-
anlamıyorsun,
gerçekten anlamıyorsun diye ekledim. yaban bir bozkırdan yeni kurtulmuş, yeni
hayal ve gerzek umutlarını sırtlamış bu kalabalığın ortasında herkes kadar ama
hepsinden muhakkak daha çok kızgın ve ihanete uğramış bir ses tonuyla devam
etmeye kararlıydım.
-
seninle ben
anlaşamıyoruz. hiçbir zaman da anlaşamadık. ne zaman mutlu olsam kıskandın,
mutsuzken de hiçbir zaman yanımda olmadın, beni tersleyip her seferinde kaçarak
hem varlığını korudun hem de beni… diye haykıracakken her bir kelimeden küskün
bir edayla vazgeçtim. işin sonunda bütün şehirliler gibi yine ben
suçlanacaktım. zaten her defasında böyle olmamış mıydı? bir deniz
kararlılığında yürüyordum. deniz, rüzgar ve ay… işte tüm meselelerim bu
kadardı. bir suyun soğukluğuna sarılıp ay ışığından birkaç ışık çalarsam her
şey yoluna girecekti. iyice kararan gecenin tüm sessiz çığlıklarını sırtlamış,
yoldan geçen birkaç güzel kadınla göz göze gelmiş, ucuz kafe menülerinde pahalı
kahve arayışına tutulmuş insan kalabalıklığının tüm muhabbetlerine gözüm kapalı
kulak kabarttım. bana sorsalardı her birisine hak verir ve onların bu
durumlarını mesele etmelerinin ne denli boktan olduğunu söylerdim. kimse bana
bir şey sormadı ben de söylemedim. aklımda bir ya da birkaç kadın, taksi
kornaları, kirli yüzlü işportacı çığlıkları, tanımadığım kahve taburesi belli
insanların boktan dertleri ve gecenin tüm karanlık küfürleri arasında en büyük
sarhoşların bile işemeyeceği bir duvara sırt verip alelacele bir sigara
sararken
-
şimdi ağzına sıçacağım!
dedim. sigaranın zıvanasını bütün ceplerimde ararken kırmızı ışık telaşı ve
sabırsızlığındaydım. tam karşıdan karşıya geçebileceğimi düşündüğüm bir anda
buldum sandığım zıvana da içilmiş bir sigara izmariti çıkınca kendimi tutamadım
-
şu amına kodumun
dünyasında senden salt bir kez zaman istedim! dedim. kararlı ve küfürbazdım!
öfkeli bir sırıtışla “siktir” çekip yola koyulmaya içimdeki açlık hissini
alkolle, alkolü de deniz hevesiyle bastırmaya her şeyden daha çok kararlıuydım.
bir vakit sonra karanlık pes eder gibi oldu sanki yeni bir gün doğuyordu.
sanki, diyorum çünkü hala içimdeki deniz hevesi dinmediği, hiçbir isteğimi elde
edemediğim ve biraz zamanın bile çok görüldüğü bir günün içerisindeydim. yeni
gün taksici, işportacı ve o riyakar gözlü martılar içindi. ben bir güne yeter,
bir günde yaşayabilir bir haldeyim, diye düşünürken ayın yavaş yavaş çekilmeye
kalkıştığı saatlerde önümde bir su kararlılığı belirdi.
-
al ulan, dedim,
işte sana deniz! şimdi bütün zaman dilimleri sizin olsun! yetişmeye çalıştığınız
vapurlar, kirli sakallarınız, mesai saatleriniz, dokuz liralık boktan
amerikanolarınız, olimpos-kabak maceralarınız, retro saatleriniz, spotify
listeleriniz, karanlık temalarınız, bütün kirli çarşaflar sizin olsun,
lavabodaki dölleriniz ve bitmek bilmeyen memnun edilme arzunuz, hepsi sizin
olsun! bana bir gün, bir deniz hevesi yeter! bitmek bilmeyen, gitgide artan bir
heyecanla denize doğru yaklaştım. kıyıya yakın bir sandala tükürülmüş ve sokak
hayvanlarınca işenmiş taşları taşıdım, çantamı sandala doğru salladım,
yıllarının kalabalık sessizliğiyle sandalın halatlarını kopardım. büyük bir
sevişme hevesi ve heyecanıyla deniz, henüz çekilmemiş ay ışığına doğru kürek
çektim. yeni yeni sönen şehir ışıklarına alaycı bir gülümsemeyle taksi kornası,
işportacı ve martı taklitleri yaptım. sidik ve tükürükle ayrıştırılmış taşları
çantamın içerisine sabırsız bir sevinçle tıktım. çantayı hafiflemiş bir yükle
sırtladım. ipleri bilmediğim bir dilde belime ve boynuma doladım. kendimi bütün
bir deniz kararlılığıyla soğuk suya bıraktım. suyun dibine doğru yavaşça
inerken hiç dillendirilmemiş bir dilden konuşuyordum. artık biraz zamana
ihtiyacı olan birisi değildim.