13.12.2014

Sait Faik Abasıyanık - Birinci Mektup



Bir dakika evvel, elimde kalem kağıt yokken, seninle konuşuyor, sana yazıyordum. Elimde kağıt kalem olmadan yazı yazdığımı söylediğim halde senin karşımda olmadığını söyleyemedim. Şunu bir şair yahut deli kafasının bir tuhaflığı say! Sen karşımdaydın. Bunu söylemek güzel bir şey değil, değil ama galiba samimi. Bütün benim gibiler sevgililerinin karşılarında imiş gibi olurlar; sürüden ayrılır mıyım?

                Demin sensiz, kalem kağıtsız, seninle ve kalem kağıtla gibi, oturup birçok şeyler konuştum, yazdım. Bu yazdıklarımın, konuştuklarımın çoğunu beğenmiş olacağım ki, kalktım. Kalem kağıt aradım. İşte, oturdum yazıyorum.

                Senden bahsetmek istemem. Zaten bahsedecek ne var ki? Hulâsası:
                Ben sana hayran, sen cama tırman!

                Ne de kendimden bahsetmek istiyorum. Ne senden, ne kendimden söz açmadan olur mu? Olmayacağını tahmin edersin. Sana bu sıralarda başımdan geçenleri hikâye edeceğim.
                Birtakım şeyler var ki, başkalarına anlatıldığı zaman onlar üstünde hiçbir tesir bırakmıyor. Halbuki aynı şeyler, bende neler yapmamıştı?.. Evet, onlar mühim şeylerdi. Nitekim karşımızdaki –yani o şeyleri anlattığım insanlar- bunların dinlemeye ancak değer olduklarını bana ihsas etmişlerdi. Ne edeyim? Sanki bunları sana anlatırsam bana yaptıkları tesiri sana da yapacaklar. İşte, bu yüzden sana anlatmağa kalkışıyorum.

                Bunlar benim yazıcılık hayatıma, bugünlerde serserileşen hayatıma ait ufak tefek şeyler. Senin, sevgilim, yazıcıları eskiden sever gibi bir halin vardı. Benimle sıkı fıkı olunca bu geçti gitti. İyi de oldu. “Hepsi böyledir bunların” dersin. Böyle olmasak, neye yarar! Senin patronun, yani sevgilin güzel heriften ne farkımız olurdu? Yanlış anlama! Ben sana insanları sevdiğimi hem söyledim, hem yazdım. Bu insanları sevmek sözü hayali bir şey değildir ama galiba biraz nazari… Yoksa öyle insanlar var ki, kafasından tutup koparmak aklımdan geçmese bile, başka bir insanın aklından geçerse, bunu da yaparsa, ben nihayet bir yazıcıdan başka bir şey olmadığım için mazur görürüm. Yine öyleleri var ki, yanlarına sokulmak zehirlenmekle eşittir. Öyle insanlar tanıdım ki son günlerde… Allah seni korusun!

                Bir türlü asıl anlatmak istediklerime gelemiyorum, hakkım da var. Hakikatten fazla ilgi uyandırıcı şeyler değil… Şöyle bakıyorum da… İnsanların başından geçenlerin, hele benim gibi saf olanlarının… Bu saf kelimesini emin ol ki, bir övünme için söylemiyorum. Övünsem, hem senin karşında övünmek istesem, bu içinde aptallığın, temizliğin bağdaştığı “Saf” kelimesini kullanmazdım. Hem zeki, hem temiz bir adamım, derdim. Ne kaybederdim? Doğru söylemek için kendime, saf, dedim. Saf mı, değil mi? Sen bunu pekâlâ bilirsin. Ara sıra kurnazlıklarım olduysa da bunları sana daha yakın olmak için yaptığımın farkına varmamana imkân yok. Onları anlatmamı istemezsin elbet… İstersen anlatayım? Yukarıda ne diyordum: Hele benim gibi saf olanlarının… deyip kalmışım. Unuttum gitti. Mühim bir şey değildi.

                Şu yukarıdaki satırları yazdıktan sonra, bir zaman elimdeki kağıdı bırakıp, yine yazmadan düşünmeğe koyuldum. Bu iş, düşünmek işi, bana şu yazı yazmak işinden daha kolay geliyor.

                İnsan düşünürken güzel cümleler yapıyor, ne iyi fikirler hatırına geliyor, ne meseleler hallediyor. Bazen cümle yapmadan düşünüyorum. Bazen cümle yapıyorum. Bu cümleler tam benim istediğim, yazmağa savaştığım şeyler. Halbuki, düşündükten sonra yazmağa koyulduğum zaman aynı cümleleri, yani o zaman beğendiğim cümleleri, hatırlamıyorum bile… Yazmanın çok enstantane bir düşünce olduğunu biliyorum. Onu söylemek istemedim. Farzet ki, bir kırdasın. Cebinde kalem kağıdın yok. Yazı yazmayı kurmuşsun. Eve gidince şöyle bir şey yazayım demiş, düşünmeye dalmışsın. İşte bu anları kastediyorum.

                Galiba düşünürken bir şekil vermeye çalışmak yok da, onun için düşündüğümüz, yazar gibi düşündüğümüz şeyler bize güzel geliyor. Yoksa hakikatte de güzel değildir onlar. Çünkü şeklin bulunmadığı yerde, bütün düşünceler, sanki şekil varmış gibi, -önceden, çok önceden varmış gibi- bir başka dünyadadır. O dünyada kelimelerin, cümlelerin ne grameri, ne de bu gramer içinde muhtevaları vardır. Çırılçıplak, mücerrette, insana güzel gibi gelen, foyasını ancak gözle görülür şeklin içinde belli eden bir alemdedirler.

                Neler söyleniyorsun deme, ne olur? Sana şunu kabul ettirmeğe çalışıyorum. Yazı yazmak da fiziki bir yorgunluk veriyor. Yalnız kafam değil, onu geç, bak kolum da yoruldu. Bana çalışmıyorsun diye kızma! Bak marangozun bir konsol yaptığı zaman duyduğu yorgunluğu duymadımsa alçağım! Demek ki çalışıyorum. Memnun musun?

                Sana bahsetmek istediğim şeylerin hiç birinden söz açamadığım için beni affet! Yazıya başlarken aklıma gelen hikâyeleri unutmazsam bir gün sana yazar, başkalarına okuturum.

                Mektubun sonunda bir yerinden öpmek âdetini ben de unutmuyorum.

                Hep getirip getirip işi buraya dökmek için çalıştım.